28 Mayıs 2020 Perşembe

EVLİLİK VE AİLE ÜZERİNE








EVLİLİK NEDİR?

Evlilik kurumu diyoruz, önceden neden kurum dediklerini çok düşündüm. Sanki şirket ya da işletme der gibi resmi ve bir tuhaf gelirdi bu tabir. Çünkü evlilik deyince aşk gelir akla ,sevgi gelir ,çocuk, aile gelir . Ama evlenince anladım ki doğru bir bakıma. Çünkü evlilik de bir kurum gibi belli kuralları, koşulları, ihtiyaçları olan bir yer. Onu da iyi yönetmek, idare etmek ve ayakta tutmak gerek. Devamlılığını sağlamak için sahip çıkmak, uğraşmak, gayret etmek gerek, dayanışma ve iş bölümü gerek. Ayakta kalmak için gerektiğinde değişmek, değişime ayak uydurmak gerek. İste tüm bunlar bir evlilikte olmazsa olmazdır. Bir de bunun içine bolca sevgi ve yeterince saygı kattık mı tadından yenmez olur. Burada yazmak kolay tabii ama onun yaşatmak gerçek anlamda emek ister. Evliliklerin uzun ömürlü olması için en başa saygı ve hoşgörüyü ekleyip kalan her şeyi de ardına ekledik mi tamamdır.

Fakat son yıllarda çok da uzun ömürlü değil evlilikler. Çünkü geleneksel düşünce tarzı ve yaşayış biçimimiz neredeyse değişti. Buna modern çağın getirisi de diyorlar, ki ben bunu modernlik olarak görmüyorum. Bu tamamen batı tarzı yaşam ve düşünce biçimine bir özenti sonucu ortaya çıktı. Kültürümüzden ve temel değerlerimizden kopuk bir evliliğin temeli de sağlam atılmıyor elbette. Biz duygusundan yoksun benmerkezci bir anlayış içinde kurulan evlilikler ne kadar sağlıklı olur? Peki, birlik olmayınca dirlik olur mu? Olmaz.

Teknoloji ve modern çağ anlayışının getirisi de maalesef boşanmalar oldu. Çünkü bireyler özgür düşünce ve yasam ideali ile kararlar alıyorlar. Artık kadınlar da üretim ve çalışma hayatı içerisinde yer alıyor ve maddi gelir elde ediyor. Eski Anadolu kadınını yerini, yine üreten fakat ürettiği kadar tüketen çekirdeğin içine sığmayan, "gibi "yaşayan ,"gibi" görünen ,"gibi" düşünen, yeni nesil bir kadın imajına bıraktı.

Sosyal çevremiz genişledi, kültürel ve estetik ihtiyaçlarımız arttı.

Evlilik bir kurum olmaktan çıkıp, takım ruhunu kaybetmiş bireysel bir serüven halini aldı. Oysa dayanışma, ortak hareket etme, bütünsel düşünme kırılganlığı azaltır ve hayatın yarattığı riskleri en aza indirir.

Bunu kadınlar üzerinden değerlendirip bu sonuca vardığım düşünülmemeli. Bu ellilik kurumunun temelinde olan erkek içinde geçerli.

Ataerkil toplum anlayışının kadın üzerindeki olumsuz etkisi halen aşılabilmiş değil. Hatta günümüzde eğitim ve kültür seviyesinin artmış olduğunu düşünecek olursak bu olumsuz etkinin azalması daha makul görünüyor. Fakat ne yazık ki ne kadar eğitim alırsak alalım, süregelen erkek egemen toplum anlayışının yarattığı sorunları da halen aşamadık. Oysa evlilik bir liderlik ve güç sorunu değildir, o kurumu ayakta tutma becerisidir. Bunun için herkese görev düşer. Günümüzde kadın işi ,erkek işi diye bir şey neredeyse kalmadı. Çünkü yaşam cinsiyet ayrımına dayalı bir yaklaşıma uygun değildir.’’ Hayat müşterektir’’ sözü de buradan gelir. Bunu iyi bilmek ve anlamak lazım. Herkes gerektiğinde üzerine düşeni,  bu benim isim değil, demeden severek yapmalıdır. Evlilikte sen /ben olmaz ,olursa onun adı evlilik olmaz.’’ Olursa olur, olmazsa biter’’ anlayışı ile de yürütülemez. Ortak yaşamın gerektirdiği bazı kurallar vardır ve buna uymak gerekir. Evlilik bir ortaklıktır; kazanırsak birlikte kazanırız, kaybedersek de yine birlikte kaybederiz. Her netice iki tarafı da bağlar yani. Bu sebeple kolektif bir evlilik anlayışı ile hareket etmek lazım. Birbirinin yükünü hafifletmek lazım,  'ben bilmem, yapamam'  diyerek sadece birinin sırtına sorumluluk yüklemekle bu iş yürümez. Bu düpedüz bencillik olur

 Burada hiç duygulardan bahsetmedim ama zaten her işin olmazsa olmazı sevgi ve o işe duyduğun saygı ve bağlılıktır. Başarının ölçüsü de budur zaten.

O halde neden biz olmuyoruz, neden biz olarak düşünmüyoruz neden sen ve ben diyoruz. Benim evim, benim arabam, benim param, benim hayatım... Ben böyleyim, sen şöylesin. Oysa Biz demeliyiz, biz olmak zorundayız. Araya ne kendimizi ne de üçüncü şahısları( anne baba konu komşu vs.) katmamalıyız. Çünkü önemli olan sen, ben, onlar değiliz. Önemli olan biz dediğimiz bu kurumu baki tutmak, huzuru daim kılmak. Huzur ve devamlılık için de karşılıklı saygı, sevgi, hoşgörü ve emek gerekir. Herkese ve her şeye kulak tıkayıp ailemizin huzurunu öne almalıyız.

"Ayrışırsak yok oluruz, paylaşırsak tok oluruz" demiş atalarımız. Aile olmak en büyük değerdir, en müstesna yaşamdır. Sahip çıkalım ona, koruyalım, sen/ ben kavgasına çevirip, şahsi çıkarlarımıza feda etmeyelim. Çocuklarımıza ve şu dünyaya bırakacağımız en büyük miras mutlu bir ailedir. Gelecek nesiller bizim yetiştirdiğimiz çocukların çocukları olacak. Onlara haksızlık etmeyelim, ebeveyn olarak görevimizi yapalım. Önce örnek olalım ve onlara sevmeyi, yardımlaşmayı, sorumluluk almayı, saygi duymayı, paylaşmayı; yani biz olmayı, aile olmayı öğretelim. Çünkü her şeyin temeli ailedir. Ne ekersek onu biçeriz. Diken değil gül ekelim. Gülün bile dikenini ayıklayalım öyle verelim. Evlilik dediğin ailedir, aile dediğin yuva, yuva dediğin sımsıcak bir iklim, birbirine sımsıkı sarılmış bir sarmaşıktır. Ona sahip çıkalım, koparmayalım.

 

 

 

 

 

 

 


27 Mayıs 2020 Çarşamba

KİBİRDEN UZAK DURALIM




Kibir

Kibir, kendini herkesten üstün tutma,büyüklenme olarak ifade edilir. İsim olarak da ne kadar nahoş gelir kulağa öyle değil mi? Hayatım boyunca sosyal çevremde hep kaçındığım bir duygu oldu bu. İnsan kendini sevmeli elbette, varlığını bir değer olarak görmeli ki her varlık özeldir zaten ama bunu bir ego haline getirmemeli. Sanki kim kusursuz ki, hangimiz mükemmel olduğumuzu iddia edebiliriz. İnsan kusurlarıyla bir bütündür, zıtlıklarla aşikardır varlık dediğin.O halde bir insani kibre iten şey ne olabilir ki diye çok düşünürüm. Sanırım bu duygu insanın zamanında yeterince karşılanmayan sevgi ve takdir görme ihtiyacının eksikliğinden ortaya çıkıyor. En azından maslow un ihtiyaçlar piramidinden yola çıkarak, gereken zamandan karşılanmayan ihtiyaçların hayat boyunca telafi edilmeye çalışıldığı ve bu tamamlanmadan bir üst ihtiyaç basamağına geçilemediğini öğrenmiştim. Çünkü insanine varacağı en son yer kendini gerçekleştirme noktasıdır.

Maslow 'a göre kendini gerçekleştirme insanın özünde var olan potansiyelini açığa çıkarması ve bu potansiyeli mükemmel bir şekilde kullanmasıdır.

Amerikalı psikolog Carl Rogers ise her insanda onu kendini gerçekleştirmeye iten bir eğilim olduğunu ifade eder. Yine Rogers 'a göre kendini gerçekleştiren insanlar potansiyelini tam olarak kullanan insanlardır ve bu psikolojik sağlık seviyesinin en üst seviyesidir.

 

Yani kibirden konu buralara nasıl geldi diyeceksiniz ben de bilmiyorum..kısaca kibir denilen şey insanın kendini dev aynasında görmesi ve kendinin farkında olmayışıdır.

Ben genellikle bu tur insanlarla bu tur davranışlarla karşılaştığımda nedense uzak duruyorum ve rahatsızlık duyuyorum. Sürekli kendini anlatan, yaptığı en küçük şeyin bile reklamını yapan, karşıdakini küçümseyen, alaycı bir tavır takınan insanlar beni korkutur ve rahatsız eder. Bana değil bir başkasına dahi kibirli ve egoist davransa rahatsız olurum ,kabul edemem bu durumu ama hoşuma gitmese de mecbur kalmadıkça  kimseye haddini bildirmek  ya da karşılık vermek ihtiyacı hissettmem.Hatta bir sure sonra  bunun farkında olmaması beni üzer. Belli ki o insanların aynası yeterince güzel ve doğru göstermiyor. Herkes kendi fiillerinin sonucunu yaşar. Hâlbuki olgun insan kendini gerçekleştirmiş insan kendini ortaya atıp da ben buyum demez. Onu bilen bilir. ‘’Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz’’ derler doğrudur.zaten insan burnun ucunu göremez ama karşıdan bakan için her şey çok net görünür. Kimseye bir şey ispatlamak zorunda da değiliz. Herkes bildiği ya da anladığı kadarını söyler. Bize düşen tevazudur, yaptığın işi takdir beklemeden, kimsenin gözüne sokmadan hakkini vermektir. Zaten eğri ok doğru yere varamaz.

Kibir şeytanın özelliğidir. İnsanda kibir olmaz, olmamalıdır varsa da menşei bellidir. Bize düşen kendimizi ve haddimizi bilmektir.

 

GÜZEL BAKMAK SEVAPTIR






GÜZEL BAKMAK SEVAPTIR
Bu sözü birçoğumuz yanlış biliriz. “Güzele bakmak sevaptır “denir halk arasında. Ha güzele bakmak sevap mı bilmem ama güzel şeylerin de insanın içini aydınlattığı da yadsınamaz.
Simdi soralım güzel nedir, güzellik nedir? Güzellik görecelidir derler. Birine güzel gelen bir diğerine öyle gelmeyebilir. Ama bazı güzellikler de vardır ki herkes aynı nazarla bakar. Bu iş biraz da kişi ile alakalıdır. Her insanın kendi içinde yarattığı bir estetik algısı vardır. Eğer o estetik algısına uyuyor ise onu güzel olarak nitelendirir. Ama benim anlatmak istediğim şey aslında her şeyin doğru açıdan bakarsak bir güzellik olduğudur. Zihnimizdeki tüm sınırlamaları kaldırırsak bunun mümkün olduğunu görürürüz. Çünkü güzellik sadece beş duyumuzla algıladığımız bir şey değildir aslında. Her şeyin içinde mutlaka gizli bir güzellik vardır. Bir suret olarak bakmamak sirete  bakmak gerekir.
Leyla Mecnun hikâyesini hepimiz biliriz. Hatta Leyla’nın oyle çok da güzel bir kadın  olmadığını da( öyle derler).Madem öyle mecnun bu kadını nasıl bu kadar sevdi ve onun güzelliğini dilinden düşürmedi.

-Devrin padişahı bir gün, Mecnun’u çağırır yanına, Leylayı o kadar merak etmiştir ve: " Mecnun, aşkından çöllere düştüğün Leyla’yı görmek istiyorum" der. Ülkenin dört bir yanına haber yayılır ve en sonunda Leyla padişahın yanına gider. Aynı odanın içinde Mecnun'da vardır. Leyla içeri girdiğinde padişah Mecnun'a dönüp: " Aşkından divane olup çöllere düştüğün Leyla bu mu?" der Mecnun ise: " Padişahım siz onu bir de benim gözümden görün" demiştir.

Peki, Mecnun hangi gözle baktı da herkese çirkin olan ona güzel göründü. Deriz ya ''Aşkın gözü kördür '' o da bu aşk yüzünden görmedi ondaki çirkinliği. İyi de madem öyle ilk gördüğünde ne düşündü ,eğer o zaman da Leyla ‘yı güzel gördü ise demek ki farklı bir gözle baktı ona.

Dostlar insan ancak ve ancak gönül gözü ile bakarsa gerçek güzelliği görür. Yoksa saçının rengi, gözünün rengi, yüzünün sekli diye bakarak değerlendiririz ve bu çok basit bir görüş olur.
Güzel bakmayı bilen için her şey güzeldir ve bu nazarla bakmak da insana en yakışandır. Nice güzeller sever insan da, bir bakar içi bir cehennem. Yüzüne dahi bakmak istemez o insanın, kaçıp kurtulmak ister. Nice güzel bitkiler vardır da özü zehirdir.
Demem o ki, her varlık özünde latiftir, çünkü onu yaratan güzeldir. Varsa bir çirkinlik ,ondan değil kişidendir. Aslan postu giyersen aslan görünürsün, sırtlan postu giyersen sırtlan görünürsün. Biz insan libası giyelim, hak gözlüğünü takalım ve öyle bakalım tüm mevcudata .Bilelim ki Allah çirkin ,necis hiçbir şey yaratmamıştır. Sadece gizlemiştir  güzelliği varlıkların içine ve özden bakanlara aşikar etmiştir. Hem içi hem dışı güzel olmak da büyük bir lütuftur elbet. Ama bizim gözümüz, dışta değil içte olmalıdır. Biliriz ki zaten insanın içi dışına da yansır. Kimse hakikatini gizleyemez. Gerçek er ya da geç ortaya çıkar. Hatta insanın gözleri yani bakışları öyle büyük bir aynadır ki anlarsınız oradan nasıl birinin baktığını. Boşuna dememişler" Gözler kalbin aynasıdır "diye.

Ama biz her ne olursa olsun bakacak güzel bir taraf bulmalıyızz her şeyde. Çünkü mutlaka vardır ,mutlaka. Mesela ben çok içimin ısınmadığı insanlar da bile güzel bir taraf görmeye çalışırım ve bulurum da. Belki çok kırıcı bir insandır ama çok güzel yemekler yapar. Ya da dışı yeterince güzel değildir ama içindeki güzellik ile neşe ve enerji saçar. Belki kötü bir idarecidir ama harika bir babadır. Belki boyu kısadır ama boyundan büyük isler başarır. Simdi ben nasıl bakayım ki? Sadece nefsime uyup olanı yok mu sayayım? Zihnimin yarattığı algıya mı uyayım,tek bir pencereden mi hayata bakayım,bu hem kendime hem karşıdakine haksızlık olmaz mı?

Doğrusu güzele dönük bir bakış açısı herkesi mutlu ve huzurlu kılar. Sürekli noksanlıklar peşinde olmak, kusur aramak, kusur görmek insanın ruhunu köreltir.Hüsn-ü zan etmek, hüsn-ü kelam etmek, hüsn-ü nazar etmek sevaptır işte. Güzele de bakınca hakkı görebilirsek bir sevaba girmiş oluruz.

Güzel bir hayat istiyorsak önce güzel bakmayı, güzel düşünmeyi ve güzel laf etmeyi öğrenmeliyiz.

Güzel bakalım,güzel kalalım..



26 Mayıs 2020 Salı

DÜNYAYI SEVGİ KURTARACAK




SEVGİYİ ABARTALIM


Neden güzel şeyler bazı insanları rahatsız eder ki?

Birinin birini sevmesi, hatta çok sevmesi ve bunu sevdiğine hissettirmekten ziyade göstermesi neden yanlış olsun.Birini mutlu etmek için güzel sözler söylemek, onu onore etmek; onu gösterdiği caba, takındığı tavır ya da bir düşüncesinden dolayı neden takdir etmesin ya da övmesin.Özel olsun ya da olmasın, bir günü sevdiği için anlamlı ve özel kılmak için ona çiçekler alıp, dizeler yazıp, sürprizler yapmasın. Bunun nesi yanlış ki?

Abartılacaksa varsın sevgiyi abartalım, biri için söylediğimiz o güzel sözleri, iyi niyetleri abartalım, hayallerimizi, çocuksu duygularımızı, en iyi huylarımızı, en naif yanlarımızı abartalım ne kaybederiz?Yoksa öfkeler, kavgalar,gereksiz hırslar,yaşanmamışlılıklar,kıskançlıklar ,kırgınlıklar,keşkeler büyüyecek bir yerlerde..Geçmişimiz, işimiz, mizacımız, bakış acı'mız ya da önceliklerimiz buna izin vermiyorsa, yani Biz yapmıyor ya da yapamıyorsak, neden birileri bunu yaptığı veya yapabildiği için suçlu ya da hatalı olsun.

Bırakalım da herkes tadını çıkarsın hayatın, sevginin, sevdiklerinin; ölçüsünü kendi koysun, kime ne?Biz biziz. Biz neysek nasıl, ne kadar olsun istiyorsak öyle olalım ama kimseye ne olması gerektiğini söylemeyelim artık! Her gördüğünden bir anlam çıkarmayı ve eleştirmeyi bırakıp, her hatırlatmayı önce kendimize yapalım varsa bir kusur önce kendimizi ayıklayalım. Olmayacak şeyleri dert ederek zamanı ıskalamayalım. En önemlisi örnek olalım ya da sadece kendimiz olalım, sağa sola akıl vererek, hüküm keserek kendimizi abartmayalım.

Biz sadece ve her şeye rağmen, tüm acılara, haksızlıklara inat sevelim dostlar ve sevilelim. Bir kuşu, bir ağacı, bir kediyi, bir çiçeği, bir mevsimi, bir şehri olduğu gibi sevmekle ne kaybederiz.

Şairin de dediği gibi " Dünyayı sevgi kurtaracak ,bir insani sevmekle başlayacak her şey!!"

 

 

.

 


KADER Mİ?

 



HAYAT MÜCADELEDİR

Bazen bir olay yaşarız ve haksızlığa uğradığımızı düşünürüz. Durum şu ki aslında iki tarafta kendince haklı olduğunu düşünür. Peki, gerçekten kim haklı kim haksız bilinmez ama mutlaka terazinin bir tarafı ağır basar.

Böyle bir durumda insanın tek şahidi ve yargıcı vicdanıdır. İlla ki bir taraf daha çok üzülür ve sürekli sorar kendine bunu hak ettim diye. O güne kadar olanları, yaptıklarını, düşüncelerini hislerini gözden geçirir; muhasebe yapar. İşte bunu yapan aslında en mağdur olan taraftır bana göre. Kendini ateşe atar, orada yakar arındırır ve varsa günahının kefaretini öder ve er ya da geç kurtulur vicdan azabı denen ateşten. Bunun neden yaşandığını anlamak ise aslında o an için mümkün olmaz, belki belli bir zaman sonra biraz olayın dışına çıkıp ateşi sönünce daha iyi anlamaya başlar. İşte insan hayatı, kendini böyle tanır böyle anlar. Çoğu zaman en yakınlarımızın tesellisi ile rahatlarız bir nebze, o kişiyi de acımıza ortak etmek bizi hafifletir, yükümüzü alır. Çünkü anlamak ve anlaşılmak isteriz ama sonunda mutlaka doğruyu buluruz ya da kendimizi karşımızdakini de affederek bir şekilde kurtuluruz bu çıkmazdan. İnancımız bize rehber olur, her çaresizlikte olduğu gibi yaratana sığınırız, Biliriz ki onun sistemi bir düzen üzere kuruludur ve biz bilmesek de kabul etmesek de her işin sonu mutlaka hayra ulaşır. Gönül ister ki her yaşanılana gözünün ucuyla bak ve geç üzerinde durma, hayrına inan ve sabırla tevekkül et ve her tecellisine şükret ama maalesef insanın "kemale ermek" denilen o düşünsel ve içsel boyuttaki olgunluğa ermesi çok da kolay değil.

Evrensel olarak düşünülürse doğrular ve yanlışlar kutsal kitaplarda da bize öğretildiği gibi değişmezdir. Hak, adalet, doğruluk, cömertlik, alçakgönüllülük, affedicilik, saygı, sevgi vs. gibi hem evrensel hem de kutsal değerler insanı manevi olarak yücelten arındıran öz ve hakiki insan yapan en önemli değerlerdir yoksa insan sadece bir beşer olarak yaşamaya devam eder. Oysa insan onun bir üst boyutudur yani insan olmak arınmış, yalıtılmış ve olgunlaşmış bir üst bilinç halidir.

Peki diyeceksiniz kilo kutsal değerleri savunmak ve korumak adına hiç mi sorgulamayalım, hiç mi sesimizi çıkarmayalım, hep mi kendimizi suçlayalım? Nasıl olsa biz bu değerlere sahibiz ya da ona göre yaşamaya gayret ediyoruz o zaman kim ne yaparsa yapsın bizi ilgilendirmez deyip olanları uzaktan seyredelim mi, umursamaz mı olalım, ne yapalım biz? Bazı insanlar belli dünyevi güçlerle kendi adalet sistemini, kendi mahkemesini kurup kendi hukuku ile kendi adaletini kendine ve çıkarına uygun hale getirip suç ve ceza almaktan, vicdan yükünden kurtuluyorsa biz gerçek vicdan sahipleri, hakkın ve hakikatin gerçek savunucuları, dünyada Allahtan başka hiçbir dayanağı olmayan ve inancı ile ayakta duran insanlar ne yapacak? Hayırlısı deyip her şeyi kadere bağlayarak ilahi tecelliyi mi bekleyecek yoksa herkese karşı  _kendine bile hakikatin mücadelesini mi verecek?

Bu konu her zaman benim de kafamı karıştırmıştır. Bana göre yaşamak bir köşede oturup ne rızkın ne ilmin ne kısmetin ne de adaletin ayağına gelmesini beklemek değildir. Hayat başlı başına bir mücadeledir kader insanın nasıl yaşayacağını belirlemez ama nereye varacağını belirler. Sonuç değişmez ama o sonuca nasıl gideceğin senin elindedir. Çünkü hayat her zaman seçenekler sunar bize ve biz hangisini seçersek o yöne evriliriz ve yaşayacaklarımız da ona göre değişir yüzden" Kaderim bu" deyip mücadeleden vazgeçmemeli insan. Ne olursa olsun hep daha iyiye ve doğruya gitme yolunda adım atmaktan korkmamalı. Bunun için önce kendimize hükmetmeliyiz sonra yaşadıklarımıza ki inandırıcı olsun, gerçek ve anlamlı olsun.

 


MUTLU OLMAK BİZİM ELİMİZDE



MUTLULUK



"Kahvaltının mutlulukla ilgisi var" diyordu ya şair buna katılıyorum ama bence mevsimlerin de mutlulukla bir ilgisi olmalı. Bana göre herkesin bir mevsimi var ve kişi ait olduğunu hissettiği mevsimde daha bir mutlu, enerjik ve pozitif oluyor. Mesela ben adım gibi bahar mevsimine ait hissediyorum kendimi sanki içimde kırılmış, dökülmüş, üşümüş ne varsa atıyorum doğanın o eşsiz dönüşümü ve güzelliğiyle gri bulutların dağılmaya ve güneşin tüm gücüyle kendini göstermeye başladığı günlerde sanki yeniden doğmuş gibi oluyorum; karamsarlık, umutsuzluk, yalnızlık ne varsa son buluyor yorgun, bitkin, isteksiz yapılan her iş bir sanata ve zevke dönüşüyor. Hatta insanı çocukça şımartan o mevsim iştahını da açıp yediğinden zevk alır hale getiriyor. Ağzının tadı geliyor insanın; ruhuna ilaç, yaralarına merhem gibi oluyor. Tüm dünyayı acısıyla tatlısıyla öyle bir kucaklıyorsun ki için içine sığmıyor.

Peki, neden her mevsim bu duyguları yaşayamıyoruz ya da hayatımızı hissettiğimiz, sevdiğimiz, mutlu olduğumuz mevsime çeviremiyoruz. Aslında 4 mevsim 7 iklim insanın özünde var ve hangisi olmak isterse ona dönüşebilir. Biz de olduğu için, o mevsimlerin olduğunu hiç düşündük mü? Hatta hepsinin ötesinde bir beşinci mevsim olduğunu. İşte o, kişinin kendine özel tasarlanmış farklı bir ruhsal âlemi işaret eden durum. Şöyle düşünebiliriz, sen her mevsimden kendin için sana iyi gelen şeyleri seç ve kendine yeni bir mevsim ve farklı bir iklim yarat ve oraya ait olarak yaşa. Burası senin adresin, kimliğin, parmak izin gibi olsun. Aradığın her şeyi bulabildiğin, tüm enerji ihtiyacını karşıladığın tüm beklentilerine karşılık bulduğun özel bir alan. Neden olmasın?

İnsan farkına varabilse gerçekten müthiş bir dönüştürücü aslında tam olarak bir simyacı gibi az ya da çok sahip olduğu, yaşadığı her şeyi ve her anı değerli ve anlamlı kılabilir. İstediği, aradığı, özlemini duyduğu mevsimi yaşayabilir. Çünkü insanın güneşi de özünde bulutlu da yağmuru da rüzgârı da; yemyeşil doğa rengârenk çiçekler, akarsular, nehirler, ovalar, dağlar denizler... Ne görmek istersen ne olmak istersen yüzünü oraya çevir, mutlaka seni kucaklayacaktır. İnsan mikro kozmostur yani yaratılmış her şey kendinde mevcuttur ve aradığı her şeyi kendine bulabilir çok uzaklarda değil çok yakınında.

Mesela hayal etmek. Hayali yetmez dersin ya da hayal etmek anlamsız gelir, ama var olan her şey önce bir hayaldi sonra vücut buldu dolayısıyla hayal edilmeyen şeyin gerçek olması mümkün değildir. İşte mesafeleri ortadan kaldıran bu gerçek, bizi dilediğimiz an dilediğimiz yere götürür. İmkânsız gibi görünen şeylere ulaşmamızı sağlayabilir. Belki o hayal hiç gerçek olmayacak bir şey gibi gelebilir ama aslında sen düşündüğün an gerçeklemiş oluyor ve insan beyni ona yüklediğin, dayattığın düşüncelere göre işleyen bir sistem ama bir ayna gibi ayna zamanda; ona ne verirsen, neyi gösterirsen sana onu gösterir ona çevirir ve hormonları harekete geçirerek duygu dünyanı ve ruh halini gösterdiğin biçimde değiştirebilir zaman ne olmak, nerede olmak istiyorsak oraya odaklanalım onu hayal edelim beynimize doğru sinyaller gönderelim doğru kodu girelim ki o da hayatımızı olmasını istediğimiz yere çevirsin.

 

 

 

                                                                                                                      

 

 

 

 


ÖNCE KENDİNİ SEVMELİ İNSAN





 KENDİNİ SEVMEK

Şu hayat belki de tek bir şeyi öğretecekti bana:''Kendimi sevmeyi''
Yaratılan karşısında olabildiğince eğik ,bükük, mahcup  ama yaratılanlar karşısında dimdik  ve cüretle ayakta durmayı. Çünkü öyle gibi göründüğüm halde öyle olmadığımı belki de bir ben biliyordum ve bazıları beni düşkün ve aciz görmekten hoşlanacakları için aksini bana ispatlarcasına ama aslında enaniyetin terkisinde egolarını yarıştırıyorlardı. Evet, bunu bilmek rahatlatıyor insanı ama yine de babamdan bana miras munis mizacım böylesi benlik karmaşası içinde çoğu zaman beni çaresiz bırakıyordu. İçimde kopan fırtınalar içinde kendimi darmadağın ederken insanlara karşı duyduğum öfkeyi de silip süpürüyordu. Bu insanın kendiyle yüzleştiği belki de en büyük mücadele sayılırdı. Kendimi dizginleyerek içimdeki sevginin galip geldiği en onurlu mağlubiyetti aslında.Ben de bu derece nükseden adalet hissim karşısında, daima bir denge arayışı ile büsbütün şirazemi şaşırtan hayat karşısında olabildiğince mukavemet göstererek yaşamaya çalışıyorum. Hemen hemen her günün sonu bir yüzleşme ya da fikirlerimi sorguya çekme hadisesi ile geçiyor diyebilirim.

Çok mu şey kaybettim ya da bu haletiruhiyem bana ne kazandırdı? Bunların cevabını bulmak üzerine zihnimi yorduğum çok olmuştur. Evet ,ben de herkes gibi  biricik varlığımı haklı çıkaracak sebepler yarattım kendime, çünkü böylesi bir oyun içinde bir rol üstlenmek gerektiğine inandım .Yoksa hayat sahnesinde- onlara göre- ayaklar altında ezilen zavallı bir toprak parçası olmaktan kurtulamazdım. Kim yerdedir, kim gökte, kim hak ettiği seviyeden seslenir dünyaya? Bu sorular çoğunun kafasında yer etmemiştir belki de. O kendince iktidar sahipleri için dünya, parmakları ucunda bir küçük top misali döner durur öylece. Onlar mütemadiyen bu küçük dünyanın aslında onların etrafında dönüşünü seyrederken etrafını da derdest ederek yaşama dört elle sarılır. Biz vicdanı ve hakkaniyeti ile yaşayanlar ise inançlarına dört elle sarılarak var olmak hususiyetine sahip çıkmaya çalışırlar.

İşte tüm bu safiyane niyetler etrafında her günümü bir nevi yaratanın sonsuz merhametine ve adaletine olan inancıma sığınarak geçirdim çoğunlukla. Yanılttı mı beni derseniz. Bunun cevabı beklediğimiz gibi değildi elbet. Sürekli haksızlığa uğramış sanki çilenin merkezi olmaya aday bir kader ortağı gibi yaşadığını düşünürsek, bu inanç insana yetmeyebilir pek tabii. Ama adalet mülkünün sahibi olan için neden- sonuç ilişkisi ve hakikatin tecellisi pek de beklediğimiz türden bir şey değilmiş. İşte bu hususu kabul ediş süreci aslında maruz kaldığımızı düşündüğümüz nahoş hadiselerden çok daha zor ve geç anlaşılır cinsten bir hadise.

Kısacası mikro alemde zihnimizde yer bulamadığımız olayları ,makro alemde izaha çalışmak olanaksız. Bu sebeple bize düşen vuku bulan hadiselere aklın ve kalbin süzgecinden geçirerek varlığımıza hükmetmektir. Gerisi basit bir tabiat tekâmülü olmaktan ibarettir.

Hülasa tüm bunlardan yana payımı 40 yaşıma kadar almış olabildiğimi düşünerek şu sonuca vardım:
Her ne sebeple olursa olsun yaşamak onurlu bir mücadele için bize bahsedilmiş bir vaziyettir. Öyleyse şahsıma ve tüm yaratılmışlara duyduğum sevginin yüceliği ve saflığı ölçüsünde onurlu kalacaktır. İnsana öncelikle ,tüm menfi duygulardan arınarak var olmak gayreti içinde yaşamı muzaffer kılmak mecburiyeti gerekir. Boş bir zihin, ehlîleşmemiş bir vicdan ve arınmamış bir yürekle etrafa hükmetmek en hasis meziyettir.

Çokça insan tanıdım dersem belki de yalan olur ama kafi derecede eş, dost ,arkadaş ,hısım ,akraba her türden sınıflamaya mensup insanla münasebet kurdum. Kimini çok sevdim, çok güvendim ama yanıldım; kimine güvensiz ve temkinli yaklaştım fakat  sonra dostane buldum. Kimi sadece selam verdiğimdi ,öylece kaldı; kimi ise dünden bugüne değişmeden ve eksilmeden gönlümde yer etti. Bazen sadece soy bağı bulunan değil de gönül bağı kurduklarım yüzüme düşen gölgeyi, içimi yakan ateşi ya da yalnızlığımı fark edip derdime ortak oldu.
Bazı yarenlikler vardır ki mahremiyetin kapılarını zorlar inadına. Sen kapattıkça açmaya, ulaşmaya çalışır en kuytuda kalmış huylarına ve açığa çıkmamış sırlarına. Senin zaaf dediğin onda eksik kalmış bir meziyet olduğundan olsa gerek kendi çıkarına, hep aynı yerden vurmaya çalışarak nüfuz eder hayatına.
Şimdi sadece bir iki kadim gönüldaş b,ir iki mesleki fikirdaş, birçok da selamlık arkadaş dışında kimse kalmadı etrafımda. Hepsi çeşitli sebeplerle hayatımda oldu ve halen orada kimi de görevini tamamlayıp kaybolup gitti bir şekilde.
Şimdi Mutlu muyum peki? Evet, neden olmayayım ki. Mutluluk için sebep aramaya kalkarsak çok az nasipleniriz belki de vesilelerden.
Peki ya adil mi bu hayat? Muhakkak ama halen yaşama dair bazı tecellilerin  sırrını çözmüş sayılmam ama aklım ve vicdanımı bu hususta vasıta kılmaya gayret gösteriyorum. Aynı ölçüde bir beklenti ile de karşılık arıyorum. Velev ki bulmadım, muhatabımı umursamayarak kendimce cezalandırıyorum.
Kendimi seviyor muyum? Evet, elbette seviyorum, nasıl sevmem ki!
Yalnız geçmiş çocukluğu ile örselenmiş ruhunu onarmak için hayatını çocuklarına adamış bir anne ile hayatını ve zihnini dünyevi zevklerinin ötesinde kitaplarla yoğurarak insana ve insanlığa değer biçmiş bir babanın evladıyım.
Şimdi tüm bunların bir bileşkesi olarak ben hala eksik kalmış yanlarım ve yaratanın şahsıma bahşettiği şahsıma münhasır meziyetlerimle varlığıma ve rabbime müteşekkirim.





Yolunuz Açık olsun





YOLUMUZ AÇIK OLSUN!


Hepimiz hayat yolunda yürüyoruz eğri ya da doğru ama hakikat bu yolun dengeyi bozmadan yürünebilmesidir.Bu elbet çok da mümkün değil . Beşer şaşar ,yanlışa düşer,doğruluktan sapar ama eğer bunu fark ederse tekrar rayına girer ve yoluna devam eder.Bu iş böyle tıpkı bir terazinin  kefeleri gibi bir aşağı bir yukarı hareket edip tam ortada buluşur yani dengeye gelir.

Konuyu şuraya bağlamak istiyorum .İnsan hayatın içinde aldığı kararlar, davranış,düşünce, duygu ve niyetinde o kadar hassas olmalıdır ki dosdoğru olmak yolunda ilerleyebilsin yoksa dünya sürekli haklı çıkmaya çalışarak,sürekli kefeyi kendi tarafına çekmeye çalışarak yaşanacak bir alem değildir esasen.Var oluş gerçeğimizi arayacağımız bir mecradır o ve  biz bu gerçeği bulmak istiyorsak çift yönlü bakmak lazım,hep aynı açıdan değil farklı açılardan hatta  kuş bakışı bakabilmek lazım bu düzene.Çünkü ortada bir ihale  ya da iddia yok ve dünya kimsenin mülkiyeti altında değildir.Kim ne yapıyor ise bundan kar ya da zarar edecek olan da bu hayat mücadelesinin her iki  tarafı da insanın kendisidir.Kişi kendiyle çatışır, atışır, küser ve barışır yani aslında tek muhatabı kendisidir.O zaman bu mücadeledeki haklılık kime,haksızlık kime,küskünlük,öfke,nefret,kibir kime?

Peki aslında neyi yapamıyoruz pek çoğumuz? Kendimize bakmayı,onu dinlemeyi ,onu sevmeyi onu anlamayı ve onunla geçinmeyi bilmiyoruz.Sanıyoruz ki muhatabımız karşımızda gördüğümüz ,şahsına bir isim verilmiş kişiler,suretler mi?Hayır,değil işte..Onlar insanın aynada gördüğü yansımaları çünkü insan karşısında kendinde olmayan bir şeyi göremez, bilemez. O sebeple karşımızda her ne görüyorsak hoş ise kendimizden,değil ise yine kendimizdendir ve insan beğendiği ve beğenmediği  ne varsa onu bulur karşısında.

Şimdi biz bu yolda nasıl yürürüz? O kadar zor ki küçük bir yanlışta düşüveririz aşağı ya da çıkıveririz raydan.Zor dostlar; her niyetimiz ve her yaptığımız işimiz, işte böyle hassas olursa ancak şaşmadan yol alırız.Kılı kırk yararcasına düşünmek gerek her ayrıntısını bir eylemin.Başkalarını değil kendimizi inceltmek,onu akort etmek,ayar çekmek icap eder öncelikle.Dedim ya bu çok zor bir iş o yüzden bu mecazi tanımlamalar bile gözümüzü korkutuyor kıl gibi ince,kılıç gibi keskin hatta onu kırka ayıracak kadar incelikli ve meşakkatli.

Ama maalesef gerçek bu ;olur ya da olmaz ,bu da belki biraz nasip..Ama yapmamız gerek şey bu.Bunun mücadelesini vermek de o işi başarmak kadar mühimdir.Zaten asıl amaç bu çabayı ve istikrarı göstermek gayretidir .Aslında maharet de budur yoksa insan mükemmel olmak gibi yanılgıya asla düşmemelidir.Elinden geldiğince, gücü yettiğince,gönülden gelen en halis bir niyetle bunu yapmaya çalışmalıdır.Gerisi beklemek.. Çünkü ne olursa olsun her salih amel, her samimi ve duyarlı yaklaşım sonsuz bir huzur olarak  insanda karşılığını bulacaktır..

Eğer tüm bu çabayı kuşkusuz bir şekilde , inanarak ve  içtenlikle gösterdiğimize  inanıyorsak  "yolun açık olsun" diyebiliriz kendimize ve zaten de olacaktır..

UZUN İNCE BİR YOL






sırat

 

Sırat kıldan incedir

Kılıçtan keskincedir

Varıp anın üstüne

Evler yapasım gelir

 

 

Sırat nedir, desem hepimiz ‘’Sırat, cehennem üzerinde bulunan kıldan ince kılıçtan keskin bir köprüdür ve insanlar cennete bu yoldan geçerek gireceklerdir’’  dersiniz.Evet ,bir manası böyledir ,peki diğer manası nedir ,bir de ona bakalım.Çünkü ne demiştik her şey kendi içinde farklı manalar taşır:gördüklerimiz,duyduklarımız ,bildiklerimiz hakikatin sadece bir yüzüdür ve biz kuş bakışı bakmak istiyorsak  tefekkür etmeliyiz yani bu manalara tefekkür yolu ile ulaşabiliriz yoksa her şey kuru bir laf olarak kalır.Çünkü amaç yüzmek değil ,deryalara dalmaktır.Ne deniyor sırat için en somut haliyle ,ince ve keskin bir yol ve cehennemin üzerinde ve biz burayı geçersek cennete ulaşacağız.Peki biraz daha derin düşünecek olursak ne ifade eder bize?Eminim bir çoğumuzun aklından bunların mecazi yani rumuzlu kelimeler olduğu, ince ve keskin oluşun bir nevi zorluk olabileceği geçmiştir.Öyleyse ben de buna katılıyorum.Çünkü hem kıl gibi ince hem de kılıçtan bile keskin olan bu köprüden geçmek pek de mümkün görünmüyor gibi.İşte buradaki sır ,sırat denen yolun insanın hakikate varma yolunda yaşayacağı sıkıntıları ve zorlukları ifade edmesidir .Öyle de olmalıdır yoksa biliriz ki güzel şeylere öyle kolayından varılmıyor .İnsanın yaşamı boyunca kendini yani hakikatini arama serüveni olan ve seyr-ü suluk denilen bu yol ;güzele varmak  ,çeşitli imtihanlarla sınandığımız bir köprü gibidir.Biz ancak bu imtihanları başarı ile geçersek varacağız oraya.Cennet dediğimiz şey de aslında güzel olan her şey değil midir? Hani güzel bir yer görürüz ya da güzel bir koku duyarız da cennet gibi deriz ya.İşte ben de böyle tarif ediyorum yani güzel ve halis olan her şey- her manada- cennettir aslında.

Demek ki bizim bu hakikate ulaşmamız için biraz sıkıntıyı hatta belki daha fazlasını göze almamız lazım .Ne demişler zahmet olmayınca rahmet olmazmış.Hatta bu köprünün altında cehennem varsa da biraz yanmak da mümkün görünüyor maalesef. Latif diye tabir edilen şeylere ulaşmak bazı sıkıntıları çekmekle ,yorulmakla ,sabırla ,istikrarla oluyor.Kimse oturduğu yerden bir çaba harcamadan o beklediği, umduğu, istediği  nimetlere ulaşamaz.

Ulaşmak istiyorsak da  bu zorlu yoldan bıkmadan usanmadan yorulmadan geçmeyi göze alacağız.

Peki nedir bu zorlu yol yani bu sınavlar, sıkıntılar,  çileler .Eminim hepimizin içinden bir şeyler geçmiştir bu sıkıntılarla ilgili.Kimimiz parayla ,kimimiz evlatlarmızla ,kimimiz eş dost akraba ile kimi eşi, kimi işi ile sınanmıştır.Acaba ne kadarına sabır ettik ,ne kadarına boş verdik, ne kadarını hoş gördük .Her ne olursa olsun bunların hepsi bizlerin olgunlaşması için gerekliydi.Biz buna tecrübe de diyoruz.Ama asıl maksat başımıza her gelenin hak’tan oldugunu bilip ‘’ Nar’ın da hoş lutfun da’’ dedikleri hale gelebilmektir yani nefsimizi terbiye etmektir.

Sırat insanın içindedir,yani insan bu yolda kendini geçer,nefsini ateşe atar.O ateş aşktır ki insanı yakar ,kendi ateş olan ateşten korkar mı ?Bundan sonra  o köprüye dilersen ev yap, dilersen saray; o yol sana ev olur ,mesken olur ,saray olur ,bağ olur, bahçe olur.İmanı tamam olanın imarı da kolay olur. Bilene kolay ,bilmeyene zordur elbet..

 

 

 yazan:Bahar Baydan

 

 

 

GÖNÜL ÇALAB'IN TAHTI









GÖNÜL

 

Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

Yetmiş iki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil

 

 

Bu sözler o kadar yalın ama bir o kadar anlamlı ki benim için.İlk duyduğum andan beri beni derinden etkileyerek hayatıma ve düşüncelerime yön vermiştir ve farklı şekillerde tesiri devam eder.Şimdi bu sözleri düşününce diyorum ki :kKm bilir o dönemlerde ve hatta şimdi bile bu sözlerin şeriate uygun düşmediği düşünülmektedir.Elbette dinimizin emrettiği farz kıldığı ibadetleri hiçe sayan bir yaklaşım yok bu satırlarda ama biz biliriz ki islam dini şefkat ,merhamet, doğruluk, tevazu ve iyiliği emreden bir dindir.Gönül dediğimiz yer Allah’ın nazargahıdır .Hatta bize nasihat edilen bir şey vardır hep bunun üzerine:Kalbini temiz tut,içini temiz tut.Çünkü biliriz ki orası Allah'ın hiçbir şeye sığamadım deyip nazar ettiği yerdir yani yüce gönüldür.

O halde her insan mutlaka kalp kırmamaya, gönül kırmamaya dikkat etmelidir, ki bu zaten insan olmanın en önemli özelliğidir ve dinimizin de en önemli nasihat ve buyruklarından biridir.Namaz kılmak farzdır ve namaz  insanın kendisi içindir biliyoruz çünkü Allah' ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur. Tüm bu ibadetler bizi dosdoğru onun yoluna götüren ve bizi hakiki bir insan olmaya münasip kılacak yegane ibadetlerdendir.Hatta biliriz ki namaz dinin direğidir.Bu yüzden kişi yüzünü kıbleye dönüp huzura durduğunda bilmelidir ki kalp  ve düşünce tüm menfi iştiraklerden uzak olmalıdır.Çünkü gönüldür bizi huzura yaklaştıracak olan yoksa yaptığımız ibadetin bir katkısı da olmaz  manevi anlamda.Neden böyle dediğimi tahmin edersiniz .Kimi insanlar her türlü ibadeti yapar da dünya eteğinden sıyrılıp da hakkını veremez yapılanın ,işte o vakit ne anlamı kalır ki beş vakit kendini kandırmanın ama yine de haddimizi aşmayarak biz üzerimize düşeni, kulluğumuzun gereğini olan ibadetlerimizi yapmaya gayret edeceğiz yoksa kulunu bilen ve hükmünü veren yalnız Allahtır. Bu sebeple bize söz hatta zan yakışmaz.Demek ki ibadetlerdeki asıl hikmet ve muhabbet tertemiz bir  gönülle rabbimizin huzuruna yönelişimizdir.Biliriz ki Allah kulunun evvela gönlüne ve niyetine bakar.Eğer gönlümüzde ve fikrimizde onun razı olmayacağı uğraşlar var ise evvela bunlardan sıyrılmak gerek ki huzurunda durduğumuz hakka yaraşır olsun öyle değil mi?Yoksa elbette ki yapılan ibadetlerin her ne olursa olsun mutlaka bir ecri ,bir karşılığı vardır Allah katında biz işin burasına karışamayız.Öyleyse Yunus Emre' nin kastettiği şey hakkın nazargahı olan bir kalbi kırmanın hoş olmadığı ve yaptığı ibadetlerin de bir bakıma layıkıyla yapılmamış olacağıdır.Çünkü Allah tertemiz bir kalp ile kulunu huzurda bulmak ister çünkü eşref i mahlukat olan insana yakışır olan da budur.

 

’Gönül çalabın tahtı,çalap gönüle baktı

  İki cihan bedbahtı kim gönül yıkar ise’’

 

Yani gönül hak’kın tahtı ,nazargahı, evi ..Ne der iseniz ve hak gönüle bakar; acep evim, yurdum, meskenim  nicedir diye.Bakmaz mı sizce de? Bizler dahi çevremizdeki insanları dost, arkadaş diye seçerken en temiz kalpli, en iyi niyetli olanını aramaz mıyız , onunla dost olmaz mıyız?Hatta bir düşünün evimiz temiz değilse  orada misafir ağırlayabilir miyiz?İbadet edilen camiler her zaman temizdir ve bizler  oraya abdest alarak ve  en temiz kıyafetlerimizle gireriz ? Temiz olmayan bir yerde ibadet edilir mi? ?  Peki temiz olmayan bir  gönüle hakkın nazarı değer mi? Bunların hepsi bir usul ve bir edep gereğidir.

Kısacası  insan   ,yaradılışı gereği iyiye ve güzele müpteladır çünkü bu özümüzün gereğidir.Çevremizde de hep bu iyiliği, güzelliği ve temizliği ararız.

O zaman Yunus Emre' nin sözünde nasıl bir eğrilik ola ki?Aksine dosdoğru himmet ve hikmet dolu biz sözdür ve nasihattir bizlere..bilenlere..

BİLDİĞİNİ BİLME ,BİLMEDİĞİNİ BİL!





Ben bİlmem

Ayruksı nesne tutmuşam, bildiklerim unutmuşam
Canımı aşka atmışam, anda ne buldum bilmezem

Biliriz ki "Ben bilmem " zikri vermiş  Tapduk Emre Yunus' a .Demek ki bilmek isterse er kişi hakikati ,önce bildiğini unutması icap etmekte.Bu sebepten Yunus Emre bu zikir ile terbiye edilmek istenmiştir.Çünkü bildiğini söylemesi varlığına atıftır ama  biliriz ki varlık tektir ve bilginin de ilmin de sahibi hak'tır.Hatta sahip olduğumuz her şeyin sahibi de O'dur.O zaman bize sahiplik değil emanetçi  olmak yakışır.Bileceksek de bunu bilmek kafidir insana .
Ünlu filozof Sokrates bir sözü bize ilmin ve bilmenin sonsuzluğunu şöyle anlatır: "Bildiğim tek şey hiçbir şey bilmediğimdir"
Demek ki bu hakikat fark edilip  telaffuz edilmiştir her dervirde bir şekilde.
"Asıl bilgi, insanın cehaletinin sınırlarını tanımasında yatar". Diyen Konfüçyüs gibi.
Demek ki insanın bilmesi gereken tek şey bilmediğini bilmesidir.Bu bilgelik yolunda atılan ilk adımdır.Dolayısı ile insanı hakikate götüren sır da burada yatar.Bu yüzden yunus emre bu zikir ile öncelikle tüm bildiklerinden sıyrılıp hakiki bilgiye yani mana ilmine bir kapı aralamak lütfuna erişmiştir.
O zaman ne olursa olsun ne kadar az şey bildiğimizin farkında olmalıyız ki bu bize alçakgönüllü kılar  bu da en önemli meziyettir.
Ne derler " boş başak dik durur dolu başak boynun eğer ."
Demek ki bu sırra eren insan bildikçe ne kadar bilmediğinin idrakine varır ve bilmeyi unutur ve anlamayı tercih eder.Bunun da adına tefekkür derler.Yani tefekkür var olan her şeyde zuhur eden  hakikati bulup çıkarmaktır .Er kişiye düşen de budur.Yoksa bildim demek bilirim demek marifet değildir.Asıl marifet,   maarif olanı bilmektir .İnsan maarif olanı bilince bildim diyebilir mi ki?
Şöyle ki bir öğrenci öğretmeninden çok bilir mi ,ola ki bildi o bildiklerini kimden öğrendiğini sormazlar mı?Demek ki bilginin bir sahibi bir kaynağı var ,o halde bize düşen bilmediğini bilmek ,bildiginin de kaynağını idrak etmektir.

Mevlana'ya sormuşlar;
- O kadar okursun, o kadar yazarsın, ne bilirsin?
Mevlana şu cevabı vermiş;
- Haddimi bilirim.

YAZAN:Bahar BAYDAN

NE ARARSAN KENDİNDE ARA!





Kendİnde ara

 

Hararet sacda değil nardadır

Keramet tacda değil baştadır

Her ne arar isen kendinde ara

Ne Kudüs’te Mekke’de ne de Hac'dadır

 

Bir vakitler kapısında himmet aradığı Hacı Bektaşi Veli' nin sözü de Yunus Emre' den gayri değildir çünkü hepsi aynı yolun yolcusu, aynı geminin tayfası ,aynı aşkın talibi olmuşlardı .Bu yüzdendir ki her söz aynı istikamete varıyor .

Peki nedir istikamet, insanın kendisi .Tüm hak yolcuları bize bu sırrı verir.İnsanın kainatın bir özeti olduğu vurgusu ve her şeyin insanda toplandığı hakikati bizlere aşikar olur.

Zaten  Allah Teala  bizlere söyler bu gerçeği şu sözü ile:

‘’Ben yerlere ve göklere sığamadım,mümin kulumun gönlüne sığdım" diyerek

Bununla bize kendini kulunun gönlünde gizlediğini ve bilene orada aşikar olduğunu açıklar bu sözü.Yani kulu ile bilindik olduğunu ayan eder.

Zaten" bilinmekliğimi istedim kainatı  yarattım" "dememiş miydi ?

Ve insan da o kainatın bir özeti değil miydi aslında .0 halde her şey insanda hem sırdır ve hem aşikar.Tıpkı bir meyvenin çekirdeği gibi .O çekirdek meyveye delil değil midir ,o çekirdek meyvenin özü anavatanı değil midir ?O zaman insan da hakkın bir parçası özü ve özetidir.Meyve olma sırrını yani hakikati  içinde taşır.Îşte tüm kainat da böylelikle sığıvermiş insanin içine.

Demek ki biz aradığımızı dışarıda değil;içimizde ,kendimizde, özümüzde aramaliyiz.Dışarıda gördüklerimiz ise sadece hakikate birer delildir; biz o delile istinaden hakikate varırız ,Allah'ın varlığına şahit oluruz. Çünkü delil yoksa hak da  hakikat de kuru bir laf ile tecelli etmez.

 Gözümüz dünyaya bakarken yüzümüz kendimize dönük olsun.Gördüklerimizin manasını kendimizde arayalım.

Uzaklarda aramayalım:

''Biz ona  şah damarından daha yakınız ''(Kaf suresi 16.ayet) denmiştir.

Cevaplar bizde,sır bizde,huzur bizde,hakikat bizde..soralım..arayalım..bulalım..


Her ne istiyorsan kendinde ara!

Senin canının içinde bir can var,

o canı ara!

Dağın içinde bir hazine var,

o hazineyi ara!

Eğer yürüyen dervişi arıyorsan;

Onu senden dışarıda değil,

kendi nefsinde ara..!

   MEVLANA

 

 

 

 

25 Mayıs 2020 Pazartesi

SONSUZ MERHAMET






MERHAMET

 (Zümer 39/53 )De ki:’’ Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.  ’’

"Rahmetim gazabımı geçmiştir" der Allah.

İnsanoğlu ne yaparsa yapsın onun merhameti her zaman galip gelecektir.Hayatımız süresince bir düşünsek bizler onun için ne kadar az şey yapıyor olsak da o bizi her zaman rahmeti ile kuşatır,korur, kollar ve rızıksız, nasipsiz bırakmaz. Düşünün ki bir anne evladını doğduğu andan itibaren ömrünün sonuna dek merhameti ile korur ve gözetir,evladı ne yaparsa yapsın onun affeder ve her zaman yaninda olur.Her ihtiyacını giderir, onu besler, büyütür hizmet eder koşulsuz. Peki bir annenin merhameti böyle ise ve düşünün ki yüce yaratıcının merhameti nasildir kim bilir.Yani bizdeki merhamet  Allah'in merhameti yaninda denizde bir damla kadardır.Bu sebeple bu gerçeği  unutmayıp O' dan her daim umitvar olalım.tövbe kapısı her zaman açıktır demek zaten her şeyi açıklar.

‘’Gel, gel, ne olursan ol yine gel,

 İster kâfir, ister mecusi, ister puta tapan ol yine gel,

Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir,

Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel...’’

 Mevlana' nin bu sözü de hakikatin aynasıdır ve insana ,ne olursa ya da ne yaparsa yapsın  merhamet kapısı her zaman  açıktır, demektedir.

Hatasız kul olmaz demiştik ya tabii ki hatalar olacak ,bu olmazsa zaten Allah'ın affedicilik sıfatı tecelli etmez ve insan ne kadar büyük bir günah işlemiş olursa olsun onun merhametini geçemez.

Her insanin içinde mutlaka merhamet vardır ,bu kişinin hamuruna eklenmiş ve Allah'ta olanın biz de olmaması imkânsızdır.Bazı insanlar gaddar,zalim ya da kötülüğü hâl edinmiş olabilir ,bu onda merhamet olmadığı anlamına gelmez sadece o tarafı örtülmüştür yani ortaya çıkamamıştır.Ayrıca bir şeyin görünmemesi onun olmadığı anlamına gelmez.Bu konu üzerine çokça örnek verilebilir ama bu Allah'ın merhametinin büyüklüğünü idrak etmeye yetmeyebilir ama gerçek budur. Tefekkür edenler için her şey aşikardır.

Bir hadis- i serif de şöyle buyrulur ki : "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize günah işleyip peşinden tövbe eden kullar yaratırdı." Demek ki hatalar da olacak günahlar da ,onun merhameti sonsuz olabilir ama biz de gerektiğinde tövbe etmeyi ve  af dilemeyi bileceğiz.

Merhamet ,Allah'ın kullarına bahşettiği yüce bir duygudur ve merhamet acımak değil acıtmamaktır.Her canlıya saygı duymak,sevmek ve incitmemektir.Biz canlılara merhamet edelim ki Allah da bize merhamet etsin..


HER İŞ HAYRA VARIR




HAYIR OLSUN

''Beşer gözü ile bakan hayır ve şerri;hak gözüyle bakan sonsuz kemali seyreder.''

(Mevlana)

Hayır da şer de Allah’tandır deriz ya hani. Aslında şer diye bir şey yoktur, o her şeyi bir hikmet üzere halkeder.Biz yaşadığımız olumsuzlukları şer yani kötü  olarak algılarız .Halbuki şer dediğimiz şey sadece katından bir uyarıdır. Bu uyarının altında bizler için bir hikmet vardır. Çünkü her işin sonu mutlaka hayra varır fakat biz o hayrı bulunduğumuz an içerisinde idrak edemeyiz fakat bir zaman sonra şer deyip umutsuzluğa ve kedere düştüğümüz şeylerin aslında hayır olduğunu anlarız. Keşke bir adım ötesini görebilsek o vakit bu hakikati daha iyi anlayabilirdik. Maalesef insan çok aceleci bir varlıktır. Yaptığı islerin neticesini hemen almak ister ve istediği şekilde sonuçlanmasını bekler; olmayınca ya şevkimiz kırılır ya da bu neticeye uygun sebepler ararız. Bilsek ki her şey gibi bu da geçici ve Allah’ın rahmetinden nasiplenir her varlık. O zaman şer kalır mı, korku olur mu, bir sebep aranacaksa da kendimizde aramalıyiz. Çünkü her tecelli kişiye özeldir. Bundan alınacak ders şahsidir. İyi ya da kotu her olaydan bir ders çıkarmalı. İyi ise örnek almalı kötü ise ibret almalıyız, doğrusu da budur. Yoksa Allah'ın yaptığı işi sorgulamak haddimize değildir.

Bilelim ki Allah insana kötü denilen hiçbir şeyi yaşatmaz aslında,bize kaldıramayacağımız  yükü de yüklemez işte bu onun merhametinin göstergesidir. Çünkü Allah ümit denen şeyi nefesimize üflemiştir, böylece insan nefes aldığı sürece ümidini de muhafaza eder ve düştüğü yerden o ümidin sahibi ile yeniden kalkar. Düşünün ki insanoğlu bazen aklının almayacağı nice acılar yasar. bu ona yapılan  bir haksızlık değildir ,bu onun insan olma yolculuğu için aslında birer yoldaştır. Acıdan yoldaş olur mu derseniz de ‘’Acılar insanı olgunlaştırır ‘’sözünü hatırlatmak isterim. Düşünün ki hayati boyunca hiç zorluk görmemiş insan nasıl hayatta güçlü kalır. Ufacık bir esintide bir sarsıntıda yıkılıverir. Hayatın renkleri içinde siyah da vardır beyaz da. Her şeyin bizim adınıza yolunda gittiği bir hayat bir süre sonra bizi sıkar, yaşamın tadı kaçar, zevki olmaz. Yaşamı bizler için muteber kılan şey mücadeledir çünkü ancak bu şekilde içimizdeki gücü ve kendimizi fark edebiliriz. Eksiklerimizi fark ettikçe tamam oluruz.

Kalp grafiğine baktığımızda inişli çıkışlı olduğunu görürüz, bu yaşadığımızın bir göstergesidir.eğer o grafik düz bir çizgi sekline gelirse yaşıyor olmayız ,ölmüş oluruz. Demek ki hayat  bu iniş çıkışlarla devam eder. Yaşam düz bir çizgi değildir.Biz de tekdüze bir hayattan zevk alamayız ve yaşamış olmayız aslında .Boş ve anlamsız bir hayat olur o.Kimse bunun aksini düşünmüyordur sanırım.

‘’Ben kulumun hüsn-ü zannı üzereyim’’ der Allah.O halde suizan etmeyip her şeyi hayra yormalı ve her işimizde hayrı gözetmeliyiz.Yönümüz güzelden ve iyiden tarafa olmalı.Hayat,yolumuza ne çıkarırsa çıkarsın bundan payımıza düşenin ve sonucunun da mutlaka hayır olacağını bilelim.

 

 

AYNA OLMAK



Âyna

"Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim
Mir'at-ı Muhammed'den Allah görünür daim"

Aziz Mahmud Hüdai hazretleri  bu  sır dolu ve hikmetli sözü ile ne demek istemiş bizlere .Elbet bunu hakkıyla ve tam manası ile idrak edebilmem mümkün değil .Hep dediğim gibi yaşayan bilir hakikatini ama bizlere de bir ayna olmasını diliyorum naçizane.
Aynadır bu alem bizler için ,nasıl ki  her gün karşısına geçip baktığımız ayna eksiksiz bir şekilde bizi yansıtıyor ise işte,  kainat denen ayna da hakikatin yani hakkın bir yansımasıdır.
Şunu unutmayalım ki ''madde manaya yoldur '' denir ve biz şu alemde ne görüyor isek hepsi manada da mevcuttur.Hep bunu düşünürsek aslında birçok şeyi daha iyi anlayabiliriz.
Ne demiştik ayna bir yansımadır. Neyin ,hakikatin yani aslın yansımasıdır .Onda bir eğrilik yoktur biz eğri değilsek.Ne var ise bizde ayna da onu gösterecektir. Simdi biz kainata bir ayna nazarıyla bakarsak aslında gördüğümüz her şeyin aynadan değil bizden kaynaklı olduğunu da anlarız.Örneğin birinde bir kusur görüyor isek bu onun değil bizim kusurumuzdur.Bu da pek çoğumuzun isteyerek ya da istemeyerek yaptığı bir hatadır. Başkasını eleştirmek demek aslında kendimizi eleştirmektir. Çünkü insan kendinde olmayanı görmez. İnsan hiç bilmediği ya da sahip olmadığı bir şeyin ne olduğuna dair fikir yürütebilir mi ? Elbette hayır.Gözleri doğuştan görmeyen biri gökyüzünü tarif edebilir mi? Edemez ,çünkü onu hic görmemiş ve bilmemiştir.Demek ki insan bildiği şeyi tarif edebilir ancak.o halde biz karşımızdakini bizde olan ve bizim de çok iyi  bildiğimiz bir şey yüzünden eleştiririz  yani onda kendimizi görürüz.Şimdi kusur kimde ,eğrilik kimde? Hep başkasında mı ,haksiz olan eğri olan çirkin olan hep onlar mi?işte bunu çok iyi düşünmek lazım.O yüzden aynamızı elimize alıp sadece yüzümüze değil içimize de bakmalıyız ne var ne yok diye.
Ne demiş Ziya Paşa:
''Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz.''
Yani kişinin ne dediği değil ne yaptığına bakarız  onu anlamak için, ama kişinin işi ne ise uğraşı da o olur.Bizim de işimiz ve uğraşımız başkaları değil kendimiz olmalıdır. Herkes kendinden mesuldür.Zaten hakikat yolunda olan için ne başkasının  sözü ne de yaptığı onu ilgilendirmez.onu yalnız kendisi ilgilendirir.İnsan özünü düzelttikçe her şeyin düzeleceğini de bilmelidir. Eğer iyi ya da kötü bir şey değiştiyse de bilelim ki değişen sadece biziz.
Biliyoruz ki Allah tüm kusurlardan münezzehtir, bu sebeple kainat aynasından bakanlar için kusur diye bir şey yoktur varsa da kendinden olduğunu bilir.
Oradan bakmak da terbiye ile olur edep ile olur gönül ile olur..Bu terbiyeyi de insana Allah'ın vekilleri öğretir. Tabii ki  evvela Efendimiz ( s.a.v), Allah' ın vekili peygamberler, ondan sonra gelen  halifeleri ve hak dostlarıdır.Onların eteğine tutunmak ve bu terbiyeyi almak gerekir.Nasıl ki insana dünyada ilim öğrenmek için  bir öğretmen gerek ise manada da bir öğretmene bir kılavuza bir dosta ihtiyaç vardır.Onlar gönül gözünden bakarlar aleme ve o gözden bakanda kusur olmaz.Zaten onlar kusur da aramaz ,ne ararsa da kendinde arar.
Allah'ın" sen olmasaydın alemleri yaratmazdım "dediği peygamber efendimiz hakkın yeryüzündeki tecellisidir ve  kainat onun nurundan yaratılmıştır . Demek ki bizim için  de en büyük dost en iyi kılavuz kendisidir.Kainata o nazarla bakmak ,onun hali ile hallenmek ise hem farz hem de mutlaktır.

''Sen doğru ol da! Varsın sanan eğri sansın.. Lakin sakın unutma ki, sen kendini bildiğin sürece doğru insansın''demiş Yunus Emre.

Öyleyse biz doğru olalım da varsın herkes eğri bilsin.Kalbimizi her daim temiz tutalım gönül aynamızı parlatalım ki hak görünsün.

YAZAN:Bahar Baydan

DERVİŞ KİMDİR?




DERVİŞ

 

''Dövene elsiz gerek 

Sövene dilsiz gerek

Sen derviş olmazsın 

Derviş gönülsüz gerek''

                         Yunus Emre

 

 Derviş dedikleri nedir bir düşünelim diyorum.Derviş; sözlük manasına göre tarikat yoluna girmiş ,çile çekmeyi benimsemiş kimse demektir.Ne anlamalıyız öyleyse biz bu dervişlikten? Demek ki derviş dediğimiz kimse tarikat yoluna girmiş kişidir ve bu yolda daha önce de bahsettiğimiz gibi türlü sıkıntılardan ve çilelerden geçer insan.Şimdi diyeceksiniz ki neden hep sıkıntı ve çile var bu yolda.Biz de diyoruz ki zaten dünya dediğimiz  yer bir han, biz de  yolcu değil miyiz ve biz şu hayat içinde zaten türlü sıkıntılar çekmiyor muyuz? Yani bu sadece dervişlere özgü bir durum değildir.Hayat bir yoldur tıpkı hakikat yolu gibi .Birinin yüzü dünyaya bakar diğerininki manaya.Ayrıca biri diğerinden ayrı da değildir . ‘’Dünya ahiretin tarlasıdır ‘’derler ya işte, demek ki şu dünya alemi ile mana alemi aslen iç içedir ve her şey burada olup bitmektedir.Ne yapacaksak burada ,bu dünyada yapacağız ve mükafatını da mana olarak  yani diğer bir deyişle ahirette alacağız.Tasavvuf  bize dervişlik yoluna aşk ile girileceğini söylüyor .Demek ki keramet aşk denen bu yüce duyguda yani aşk halinde gizlidir.Bu yolun olmazsa olmazıdır aşk Allah dostları için.O kimi zaman bir şerbet ,kimi zaman bir şarap, kimi zaman bir zehirdir.peki aşk denen şey nasıl oluyor da hem şerbet hem de zehir oluyor  öyle değil mi?Şunu şöyle açıklamayı uygun görüyorum:Mesela en etkili ilaçlar en acı olanlar değil mi ve bazen bir zehir bir hastalığın şifası olmuyor mu? Demek ki aşk hem bir derttir hem de devadır aslında.

Tam da buraya Fuzuli’nin bir beyitini eklemek isterim:

 

Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib

Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır

                                                                     Fuzuli

Aynı şeyi Fuzuli de şiirinde dile getirir.Yani aşk onun için bir zehir olmakla beraber onun derdinin de dermanıdır ve onlar aşk ızdırabından da hoşnutturlar.Çünkü aşık kişi her ne olursa olsun yaşadığı halden memnun ,sevgiliye özlem duyar ,onu anar ,onu arar .Hak yolcularının dile getirdiği aşk ilahi bir aşktır elbette.Hakka ve hakikate duydukları aşktır.Bu bir nevi kendinden geçiştir.Hayatı ,varlığı yeni bir gözle ve kalple idrak etme halidir ki, kişi gördükleri karşsında adeta sarhoş olur.Kendi hakikatine ,var oluş sırrına ermiş kişinin yaşadığı bir haldir.Her şeyi bildim sayan insan, artık her şeyi unutmuş hatta kendini bile ve yeni bir göz yani gönül gözü ile müşahade etmeye başlamıştır .

 

‘’Dervişlik dedikleri hırka ile taç değil

Gönlü derviş eyleyen hırkaya muhtaç değil’’

Demek ki dervişlik kılık kıyafet ile olmuyor ,yani insanın gönlünü derviş etmesi gerekiyor.Gönlü derviş olan; kimseyi kırmaz,kötülük düşünmez,nefsine uymaz,hep edep üzeredir.O halde sövene dilsiz gerek,dövene elsiz gerek,derviş gönülsüz gerek.

Rabbim gönlü derviş olanlara yoldaş etsin bizleri.


Yazar:Bahar Baydan

 

Şiir - Görmek İster İnsan

 Görmek ister insan  Bir kavak gibi aşıp boyunu duvarların Yaprakları o ağacın  Değer birbirine bir rüzgar eliyle  Sonra duyulur o ilk yaz h...